RESÛLULLAHIN BİLDİRDİĞİ EHL-İ SÜNNET İTİKADI

RESÛLULLAHIN BİLDİRDİĞİ EHL-İ SÜNNET İTİKADI

Sefa KOYUNCU

 
2014-11-05 14:01:00
Resûlullah Efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", Mu’âz bin Cebeli “radıyallahü anh” Yemene vâlî ta’yîn buyurdukları zemân, (Orada ne ile hükm ve emr edeceksin!) diye sordular. Allahü teâlânın kitâbı ile amel edeceğim, dedi. (Kur’ân-ı kerîmde bulamaz isen ne yaparsın?) buyurduklarında, Allahü teâlânın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerini kendime düstûr ve kanûn yapacağım. Ya’nî onun sözleri ile, hâlleri ile ve işleri ile amel edeceğim dedi. (Resûlullahın sözlerinde de bulamaz isen ne yaparsın?) buyurduklarında, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler dâiresinden çıkmaksızın, kendi ictihâdımla hareket ederim dedi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu cevâbları işitince, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh” ilminden ve büyüklüğünden dolayı, Allahü teâlâya hamd ve şükr eyledi. Bu hâl, üsûl-i fıkh kitâblarında, Menâr ve Hâşiyesi İbni Melek “rahime-hullahü teâlâ” kitâblarında yazılıdır. (Bu hâdiseden Ehl-i sünnetin dört kaynağının Resûl-ü ekrem "sallallahü aleyhi ve sellem" zamanında uygulandığı anlaşılmaktadır. Bu, misâllerden biridir. Bu şekilde, vazifelendirildekleri memleketlerde vereceği hükümlerde; kitap, sünnet, icma ve kıyasa başvurabileceği bildirilen başka sahabiler de vardır).
 
İslâm dîninin menba’ları dörtdür. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ. Bu dört kaynağa edille-i şer’ıyye denir. İslâm dîninde birşeyin kudsiyyet kazanması için, islâmın (edille-i şer’ıyye) denilen dört temel kaynağından birisi ile bildirilmiş olması lâzımdır.
(edille-i şer’ıyye) dörtdür: Kitâb, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı müctehid. Âlimler din bilgilerini bu dört kaynakdan almışdır. Kitâb, Allahü azîm-üş-şânın kelâmına denir. Sünnet, kavl-i Resûl, fi’l-i Resûl, takrîr-i Resûldür. İcmâ-i Ümmet, bir asrda bulunan müctehidlerin, meselâ Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm” veyâ dört mezhebin bir konuda sözbirliği yapmasıdır. Kıyâs, Müctehidlerin, bir şeyi, başka bir şeye benzetmesine denir.
 
Ve dahî, mezheb, lügatda yola derler. Bizim iki yolumuz vardır: Biri, i’tikâd yolu ve biri de, amel (iş) yolu.
 
İ’tikâd yolunda imâmımız, ya’nî kılavuzumuz, Ebû Mansûr Mâtürîdîdir “rahime-hullahü teâlâ”.
Bunun yoluna (Ehl-i sünnet) denir. Amel yolunda, kılavuzumuz, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Hanefî Mezhebi) denir.
 
Ebû Mansûr-i Mâtürîdînin adı, Muhammed ve babasının adı, Muhammed ve dedesinin adı Muhammed ve hocasının adı, Ebû Nasr-ı İyâdîdir “rahime-hümullahü teâlâ”.
 
Ebû Nasr-ı İyâdînin hocasının ismi, Ebû Bekr-i Cürcânî ve onun hocasının ismi, Ebû Süleymân Cürcânî ve Ebû Süleymân Cürcânînin hocasının ismi, Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânîdir. Bu ikisinin hocası da imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahime-hümullahü teâlâ”. Görülüyor ki, i’tikâdda mezhebimizin başı da, amelde mezhebimizin başı da, hep İmâm-ı a’zamdır.
 
Cümle nâsın, üç imâmı vardır ki, bunları bilmek farzdır. Emrleri ve nehyleri veren imâmımız, Kur’ân-ı azîm-üş-şândır. Bunları, ya’nî islâmiyyeti bildiren imâmımız, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleridir. Bunları zor ile yapdıran imâmımız, Resûlullahı temsil etmekde olan, müslimân devlet reîsidir.
 
İmâm-ı a’zamın hocasının ismi, Hammâd ve Hammâdın hocasının ismi, İbrâhîm-i Neha’î ve onun hocasının ismi Alkama bin Kaysdir ve dayısıdır. Onun hocasının ismi, Abdüllah ibni Mes’ûddur “rahime-hümullahü teâlâ”. Bu dahî, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ahz eylemişdir, almışdır.
Din bilgilerinin kaynağı dörtdür. Bu dört kaynak, kitâb, sünnet, kıyâs-ı fukahâ ve icmâ’ı ümmetdir. Kitâb, Kur’ân-ı kerîmdir. Sünnet, hadîs-i şerîflerdir. Kıyâs-ı fukahâ, dört mezhebin fıkh kitâblarıdır. İcmâ’ı ümmet, ilk iki asrın âlimlerinin sözbirliğidir. 
1.KİTAP:
(Mevdû’ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir. Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma’nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma’nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.
 
Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:
 
1 — Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
 
2 — Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.
 
3 — Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.
 
4 — Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
 
5 — Nefse ve şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).
 
Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:
 
Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir. Ya’nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün bakımından çeşidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma’nâları açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.
 
Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile meydâna çıkarılabilir.
 
Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. 
 
Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir.
Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün müslimânların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
 
Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.
 
İmâm-ı Şâfi’î hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) demişdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a’zamın “radıyallahü anh” ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a’zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret sanır.
 
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.
Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan müctehidlere ve bunların yetişdirmiş oldukları büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit) ve iki imâm, Ebû Mensûr Mâtürîdî ve Ebül-Hasen-i eş’arîdir.
 
[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir.
Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de, (İcmâ’-ı ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana tâbi’ olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]
 
Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer’ıyye) denir. Bunların dışında kalan herşey bid’atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir. Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmişlerdir.
Mecelle'nin otuzdokuzuncu maddesinde, (Zemânın değişmesi ile, âdete dayanan hükmler değişebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile bildirilmiş olan ahkâm hiçbir zemân değişmez. Her âdet, delîl-i şer’î olamaz. Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi için, bu âdetin nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslimânlar arasında 
Selefden gelmiş olması lâzımdır. Harâm işliyenler çoğalır, harâmlar âdet hâline gelirse, yine halâl olmazlar.
 Küfr alâmetleri de âdet olur, müslimânlar arasına yayılırsa, islâm âdeti olmaz. 
Küfr alâmeti olmakdan çıkmazlar. Mubâh olan âdetlerde ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. 
Teknikde ilerliyenlere ayak uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz. 
Îmân bilgileri, din bilgileri zemânla değişmez. Bunları değişdirmek, zemâna uydurmak istiyenler, Ehl-i sünnetden ayrılır, kâfir veyâ sapık olurlar.
 
 
2.SÜNNET: 
Hadîs-i şerîfde, (Ey ümmetim ve Eshâbım! Sizin için iki yol koydum: Biri Kur’ân-ı azîm-üş-şân, diğeri sünnetimdir. Bunlardan gayri yol tutan kimse, ümmetim değildir!) buyuruldu. [Abdülganî Nablüsî “rahime-hullahü teâlâ”, (Hadîka)nın doksandokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Allahü teâlâ, islâmiyyetin bir kısmını Kur’ân-ı kerîm ile bildirdiği gibi, bir kısmını da, Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünneti ile bildirmişdir. Resûlullahın sünneti, Onun inandıkları, söyledikleri, yapdıkları, ahlâkı ve birinin sözü veyâ işi karşısında susması [böylece kabûl etdiğinin anlaşılması]dır.) Bu hadîs-i şerîf, (edille-i şer’ıyye)den ikincisini göstermekdedir.]
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir.
 
3.İCMA: Resûlullah “aleyhisselâm” dahî, Cebrâîl “aleyhisselâm”dan ahz etmişdir. Ve Cebrâîl “aleyhisselâm”a, Allahü sübhânehü ve teâlâ hazretleri emr eylemişdir.
İcmâ’, sözbirliği demekdir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sözbirliği ile dört mezheb imâmlarının sözbirliği, müslimânlar için seneddir, vesîkadır. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetim, hatâ, dalâlet üzerinde birleşmez) buyurmuşdur. İcmâ’ ile anlaşılan bilgilerin doğru olacaklarını, bu hadîs-i şerîf de haber vermekdedir. 
(Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Ümmetimin dalâlet üzerinde birleşmemelerini Rabbimden diledim. Kabûl eyledi) hadîsi meşhûrdur. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ sizi üç şeyden korumuşdur. Bunlardan biri, dalâlet üzerinde birleşmekden korumuşdur. İkincisi, sârî [bulaşıcı] hastalıkdan ölen, şehîd sevâbına kavuşur. Üçüncüsü, iki sâlih müslimân, bir müslimân için, hayrlıdır [iyi biliriz] diyerek şâhid olursa, o müslimân Cennete gider) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmetdir) ve (Ümmetimin ihtilâfı, [amelde mezheblere ayrılması], rahmetdir) buyurdu. Onun ümmeti hakkı, doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur. Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmişdir: Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mâcin, dîni dünyâ kazancına âlet eden hîlecidir.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, (İcmâ-ı ümmet) ya’nî, müctehid denilen âlimlerin sözbirliği, (edille-i şer’ıyye) dendir. Ya’nî, din bilgilerinin dört kaynağından birisidir ve dört mezheb hakdır. Mezhebler, müslimânlar için Allahü teâlânın rahmetidirler.
 
4.KIYAS: (İctihâd) Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan emrleri, açık bildirilenlere benzeterek, bir emr meydâna çıkarmak demekdir. Bu da, (Fa’tebirû) ve (Ves’elû ehlezzikri) âyet-i kerîmeleri ile emr edilmekdedir. Ya’nî çalışarak, uğraşarak, bütün dikkat ve düşüncelerinizle Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bulunmıyan mes’eleleri, bulunanlara kıyâs ederek, benzeterek bir hükm-i şer’î çıkarınız diye emr edilmekdedir.
Sahâbe-i kirâmın herbiri de müctehid olup, ictihâd rütbesinin temâmiyle sâhibi olduklarından, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiyen mes’elelerde kendi re’y ve ictihâdlarına göre amel etmeleri farz olup, kendilerinden yukarı olan Sahâbe-i kirâmın, dahâ yüksek, dahâ üstün olduklarını bildikleri hâlde, onların re’y ve ictihâdlarına tâbi’ olmadılar. Bunun içindir ki, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında ve Hulefâ-i Râşidînin hilâfetleri zemânında, dîn-i islâmı bildirmek için, uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiyen mes’eleleri, kıyâs ediniz diye emr olunurdu. Meselâ Mu’âz bin Cebeli “radıyallahü anh” Yemene vâlî ta’yîn buyurdukları zemân, (Orada ne ile hükm ve emr edeceksin!) diye sordular. Allahü teâlânın kitâbı ile amel edeceğim, dedi. (Kur’ân-ı kerîmde bulamaz isen ne yaparsın?) buyurduklarında, Allahü teâlânın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerini kendime düstûr ve kanûn yapacağım. Ya’nî onun sözleri ile, hâlleri ile ve işleri ile amel edeceğim dedi. (Resûlullahın sözlerinde de bulamaz isen ne yaparsın?) buyurduklarında, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler dâiresinden çıkmaksızın, kendi ictihâdımla hareket ederim dedi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu cevâbları işitince, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh” ilminden ve büyüklüğünden dolayı, Allahü teâlâya hamd ve şükr eyledi. Bu hâl, üsûl-i fıkh kitâblarında, Menâr ve Hâşiyesi İbni Melek “rahime-hullahü teâlâ” kitâblarında yazılıdır.
Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Bu yola tâbi olanlara sünnî denir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyurdu ki, (Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fekat Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler hiç üzülmem).
İnsâflı, uyanık ve nasibli bir kimse, muteber kaynaklardan derlediğim bu özet bilgi ışığında, Ehl-i sünnet yolunun (kitap, sünnet, icma, kıyas) sonradan değil, Resûllah Efendimizin "aleyhisselâm" zamanında ortaya çıktığını anlar ve seve seve bu yola tâbi olur. Vesselâm.