NİYE? NEDEN? NİÇİN?

NİYE? NEDEN? NİÇİN?

 

                O âşıktı. Sevdâlı, kara sevdâlı bir âşıktı. Vatanını, milletini, bayrağını, dinini, ecdâdını ve toprağını delicesine seviyordu. O canlı cansız herşeyi var edeni ve varlıkta tutanı seviyordu. Peygamber aleyhhisselâmı ve O’nun sünnetine uygun alim ve evliyaları seviyordu. Yunus Emre gibi yaratandan ötürü yaratılanı; kuşları ağaçları, şırıl şırıl akan berrak suları, denizleri, karaları, güneşi, ayı, yıldızları, dağları taşları hâsılı canlı cansız bütün yaratılmışları ve en başta bütün insanları seviyordu.

                Cenâb-ı Hak, bütün canlıları farklı tür ve fonskiyonlarda halk ettiği gibi, âdemoğlunu da çeşitli ırk ve renklerde yaratmış her bir millete vatan adını verdiğimiz coğrafya parçaları ihsan buyurmuştur. Bu sınırlı sorumlu coğrafya parçalarında insanlar kendi coğrafi özelliklerine göre, sosyal yapılarına göre teşkilatlanır, ziraat, ticaret ve endüstri ile uğraşarak geçimlerini temin ederler.

                Vatan dediğimiz bu coğrafya parçasında nesiller gelir geçer, kimi doğar, kimi ölür. Devam eden ise gelenekler, inançlar, görenekler ve ideallerdir. Kültürdür, sanattır, edebiyattır, dildir, imandır. Bayraktır, topraktır, devlettir, irfandır, izandır…

                Babalar, analar evlatlarından bu yüksek değerlere sahip çıkmasını ister. Çünkü toplumu millet yapan, devleti ayakta tutan aynı dili konuşmak, aynı bayrağı yüceltmek, aynı inancı paylaşmak, aynı vatan için şehid olmayı istemek; aynı mukaddesata sahip çıkaktır. Aynı kültür potasında erimek aynı edebiyat mahsullerinden zevk almaktır.

                O böyle düşünüyor, böyle inanıyordu. Türkiye üzerindeki yetmiş milyon, hatta Adriyatik’den Çin Seddi’ne Tür illerinde yaşayan milyonlarca Müslüman Türk de böyle düşünüyor, böyle inanıyordu.

                Böyle düşünmeyenler de vardı ve onlar kendine “Avrupâi aydın” diyordu. Avrupa dediğimiz ise şu bildiğimiz frenklerdi: Haçlı seferleri ile mukaddesatımızı yağmalayan, kadın çocuk demeden kardeşlerimizi boğazlayan frenkler… Birinci Cihan Harbi sonrasında ülkemizi işgal eden, binbir hile ve entrika ile koskoca imparatorluğumuzu paramparça eden frenkler.. Misâk-ı Millî hudutları içindeki Cumhuriyetimizi de bizden almak için Ermeni’yi, Yunan’ı, PKK’yı üstümüze salan frenkler… Balkanlarda, Kafkasya’da, Kıbrıs’ta, Filistin’de, Afganistan’da kanımızı içmeye devam eden frenkler..

                Avrupâi aydın, bize has kültürü, edebiyâtı, sanatı ortadan kaldırmaya gayret ediyor. Bir misyoner gibi çalışarak bize has şiirin, bize hâs mesnevÎnin yerine Avrupa tarzını ikame etmeye çalışıyor. Geleneklerimizi, ahlâkımızı, irfan ve iz’anımızı dejenere etmeye çalışıyor. Hem de yüz elli yıldır.

                Niye?

                Neden?

                Niçin?

                O, işte bunu anlayamıyordu. Devlet, çeşitli sebeplerle başka devletlerle siyasî, ticâri ve kültürel işbirliğine gidebilirdi. Bu devletin ve milletin bekâsı için zarûrî ve elzemdir. Peki ya aydın! Kültür, Sanat ve edebiyat adamı, “Ben ille de Avrupa tarzında sanat, edebiyat eeri vereceğim. Avrupa’yı taklit edeceğim!” deme gereğini neden duyuyordu?

                Kim okuyacak, kim dinleyecek, kim seyredecek bu Avrupâi tarz edebiyat mahsulünü?

                Avrupalı mı? Amerikalı mı?
                Anadolu insanı mı?

                İşte bir türlü çözemediği kördüğüm bu idi. O âşıktı… Sevdâlı, kara sevdâlı bir âşıktı… Vatanını, milletini, bayrağını, dinini ve ecdadını çok seviyordu. O, yüreği aynı sevgiyle atan ve Anadolu’yu canından aziz bilen milyonlarca Türk’ten biriydi

                O’na göre bin yılı aşkın bir zamandır bir çağlayan gibi nesiller boyu akıp giden kültür ve edebiyat mahsüllerimiz canlandırılmalı, yeni nesillere aktarılmalı gazeller, kasideler, nâtlar, koşmalar, halk hikayeleri, mesnevÎler gibi bize has edebi türler yazılmalıydı. Batı’nın fende de edebiyatta da hocası Doğudur. Roman, Batıya değil, Doğuya has bir edebî türdür. Kaynağı Şark  hikâye, masal ve mesnevîleridir. Halk tiyatrosu Türk’ün eski geleneğinde yer almaktadır. Tiyatro ve romana kendine has düzenleme getirdi diye onu taklit etmemiz mi gerekiyor? Bizim edebî türlerimiz kendi mecrasında gelişip bugünün edebi zevkine erişemez miydi?

 

SEFA KOYUNCU I 2009